
Ev Ödevleri…
18 Eylül 2022Bugün dördüncü sınıfta okuyan oğlumun (2017), okula başladığı ilk haftalardı. Bir akşam eve geldiğimde, ev ödevleri konusunda pek de istekli olmayan zavallı oğlum, defterine yeni öğrendiği harfleri yazmaya çabalıyor, harflerin seslerini çıkarmaya çalışırken ıkınıyordu. Üzüldüm. Biraz da acıdım. Yardımcı olmak istedim ama böyle durumlarda ne yapılır bilemediğim için izlemekle yetindim. Defterine bakınca Kiril Alfabesindeki harfleri yazmaya çabaladığını zannettim ve çok şaşırdım. Fakat aslında harfleri el yazısıyla yazmak için kıvrandığını anlayınca daha da çok acıdım ona. Bugün neredeyse hiçbir yerde kullanılmayan el yazısı ile eğitim de nereden çıktı diye düşünürken, kendi öğrencilik yıllarım geldi aklıma. Kendime de acıdım sonra.
Güzel yazı derslerinde, divit, divit ucu ve mürekkep hokkasıyla olan anlamsız münasebetimi yeniden sorgulamaya başladım. Bu dersten kaçmanın yollarını arardım sürekli. Kaldı ki yazı yazmaktan hiç hoşlanmayan benim gibi bir öğrenci için, güzel yazı yazmak büyük bir lükstü. Ellerim mürekkep içinde kalır, bazen yüzümü boyayan mürekkepler, kıyafetlerime de bulaşırdı. Savaş boyası sürünmüş ilkel bir kabilenin, en cılız savaşçısı gibi dolanırdım güzel yazı derslerinin olduğu günlerde okulda.
Eski zaman yazarlarına işte bu yüzden büyük bir hayranlık duyarım. Kuş tüyüyle sayfalar dolusu yazılar yazmak, her baba yiğidin harcı değildir bana göre. Kalem icat edilene kadar, yazma kabiliyeti üst seviyede olan pek çok insanın, sırf bu işkenceden dolayı yaz(a)madığını, çok büyük yeteneklerin yitip gittiğini düşünürüm.
Armut pek uzağa düşmezmiş. Bizim armut da tam dibime düşmüş olmalı ki, “hadi oğlum şu yazı ödevini yap” dediğimizde, bazen ölü taklidi yapıyor, bazen de gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalıyor. Acaba sağır mı? Bizi duymuyor mu, diye de düşünmeme neden oluyor bu tepkisizliği kimi zaman. Ona sorarsanız ödevleri yapmanın zamanı hep “biraz sonra”. “Biraz sonra yaparım baba. Zaten fazla ödev vermedi öğretmenimiz” cümlesini duymamızın ardından gece yarılarına kadar, ailece ödevlerini yetiştirmek için olağanüstü hal ilan ederiz evin içinde her defasında. Bizim evin olağanüstü halleri hiç bitmez okul sezonu boyunca.
İşin aslı bana sorulursa, “Hadi ödevini yap” demeden bir çocuk oturup da ödevlerini yapıyorsa, o çocuk normal değildir. Normal olanı, çocuğun ödevini savsaklayıp durması, yemekten sonra, oyundan sonra, Rafadan Tayfa’dan sonra, tuvaletini yaptıktan sonra, kediyle eğleştikten sonra ödevinin başına zor bela oturmasıdır. Ödev şimdi değil, sonra yapılır. Bunu bilmeyen biz ebeveynler de yırtınır dururuz.
Eve ödev verilmesine karşı duruşum, okula ilk başladığım günden beri hiç değişmedi. Eve verilen ödev, çocuğa mı, yoksa anne-babaya mı verilmiş anlayamıyoruz kimi zaman. Bazen öyle ödevler veriliyor ki, evde mimar, mühendis filan olması gerekiyor ödevin başarıyla tamamlanabilmesi için. Beceri geliştirme konulu ev ödevlerine elbette karşı değilim. Lakin okul derslerinin okulda hallolması gerektiğini düşünüyorum.
Bir diğer mevzu da müfredatla ilgili ki, özellikle matematik konularının bizim eğitim sistemimiz içinde, her kademede çok gereksiz ve ağır olduğu fikrini taşıyorum. İlkokula giden çocuğun, kantinci tarafından kazıklanamayacak kadar matematik bilgisine sahip olması yeterli bence. Logoritma, trigonometri, türev, integral vb. konuların lise öğrencilerine dayatılması tam bir kabus nedeni. Üniversitede, matematik, iktisat, mühendislik ve diğer ilgili bölümlerde okuyan öğrencilerin bu dersleri görmesi yeterliyken, gelişmiş dünya ülkelerinde öğrenciler zeka türlerine göre eğitim görüyorken, ülkemizde bütün öğrencilere aynı derslerin, aynı yöntemlerle öğretilmeye çalışılmasını tam bir garabet olarak görüyorum. Neyse yine sinirlendim bakın ya.
Matematik müfredattan çıkartılmalı kardeşim. Haftada yirmi saat beden eğitimi dersi konulmalı yerine.
İşin şakası bir yana, orta öğrenimini bitiren bir öğrencinin, kendini iyi bir şekilde ifade edebilmesinin, özgüven sahibi olmasının, kendi yeteneklerinin farkına varıp, buna uygun meslekler seçebilmesinin önü açılmalı. Yeteneklerine göre, daha henüz beş-altı yaşlarından itibaren yetiştirilen Avrupalı çocukları gördükçe, alan seçimi için bugün ülkemizde uygulanan yöntemin yetersizliğine, alan seçimi için onuncu sınıfa kadar beklenmesine çok üzülüyorum. Herkes yeteneğine uygun bir eğitim görse, iş gücü de, mesleki yeterlilik ve verimlilik de, mesleki doyum da artacak. Bütün bunlar ülkemizin gelişimine büyük katkılar sağlayacaktır.

Bizim öğrencilik yıllarımızda tarım ve el işi gibi derslerle hayata hazırlanırdı çocuklar. Okuldaki ağaçların diplerini beller, alçı kalıplarından tablolar yapıp boyar, mukavvadan evler yapardık. Elbise askısı yaptığımız bile olurdu. Eğlenceli ve öğreticiydi bu dersler. Bugün maalesef çocuklarımız matematik, dil bilgisi, fen bilgisi arasında boğulup, hakiki hayat bilgisini, hayatın ta kendisini ıskalıyorlar.
Ödevlerden bahsedecekken, eğitim sistemimizin on yıllardır süren içler acısı haline dalıp, kendimi tutamayıp konuyu dağıttım yine. Daha fazla sıkmadan burada kesiyor, yarım bırakıp bir türlü zamanında tamamlayamadığım ev ödevlerine geri dönüyorum.
Biz ödevlerimizi gazetelerden biriktirdiğimiz kuponlarla aldığımız ansiklopedilerden yardım alarak yapardık hatırlarsanız. Meydan Larousse’nin bulunmadığı ev yoktu neredeyse o günlerde. Kütüphaneler çok daha işlevseldi. Nisan ayında teslim edilmesi gereken dönem ödevimi, martın son haftası gelmeden elime bile almazdım ben tıpkı oğlumun son dakikaya bıraktığı ödevleri gibi.
Ödevle, yazı yazmayla pek arası olmasa da, şükür ki kitap okumayı çok seviyor oğlum. İzmir Kitap Fuarı’nda kitapları soluyoruz her sene birlikte. Geçtiğimiz sene (2017) rahmetli Muzaffer İzgü’ye kitaplarını imzalatmış ve bundan da büyük bir mutluluk duymuştu. Kendi istediği kitapları seçmeye, ilçemizdeki halk kütüphanesinde kitapların arasında gezinmeye bayılıyor. Satın aldığımız ve okuduğu kitapları kütüphaneye vermek istemiyor çoğu zaman. “Ama bu kitabı çok sevmiştim ben” deyince fikirlerine ve tercihlerine saygı gösteriyor, karışmıyoruz. Zaten vakti geldiğinde, artık yaşına uygun olmadığını düşündüğü kitapları seçerek, kendisi götürmek istiyor kütüphaneye.
Kitaplarla aramı ben de iyi tutmuşumdur okuma yazmayı öğrendim öğreneli. Babam uzun yaz tatillerinde kitaplarla doldururdu evi. Günlük okuma programları hazırlar, her akşam kardeşlerimle birlikte okuma saatinde sırayla ve yüksek sesle kitap okuturdu bize. Bizimle birlikte annem ve babam da kitap okurdu. Okuma alışkanlığımı, babama borçluyum ben. Tatil günlerinde, gömlek, pantolon, takım elbise dikip, yama ve tamirat yaparken, benim de gazetelerin köşe yazılarını okumamı, bulmacaları çözüp bilemediklerimi kendisine sormamı isterdi. O çalışırdı, ben ona gazete okurdum. Dükkandaki eski radyosundan, arkası yarın kuşağında yayınlanan radyo tiyatrolarını dinlerdi sonra okumalarım bittiğinde.
Kendimi belirli kalıpların içine sokmayı hiç istemediğim için, her türden, her düşünceden kitaplar okumayı sevmişimdir hep. Kitaplarla iyi olsa da aram, ödevlerden kaçardım ama oğlum gibi.
Okuma ödevi verildiğinde ikiletmeden kitabını eline alan oğlum, iş özet çıkarıp yazmaya gelince başlıyor yine yandan yandan kaçmaya. Buradan tüm öğretmenlere sesleniyorum. Ödev vermeyin çocuklara. Kırk kişilik sınıflarda, her öğrenciyle tek tek ilgilenmenin mümkün olmadığını, anlatılan konuların pekiştirilmesi için mecburen ev ödevleri verdiğinizi biliyorum sevgili öğretmenlerim. Matematik dersini çok sevse de, ama ben yine de özellikle oğlumun şimdiki ve gelecekteki matematik öğretmenlerinden rica ediyorum. Yapmayın bunu. Bazı ödevleri yapmakta çok zorlanıyorum. Bize de acıyın azıcık canım…