Dağlarda Çocuk Olmak

Dağlarda Çocuk Olmak

9 Ekim 2022 0 Yazar: Pedagog Ercüment Eşsiz

Biliyorum, ülkemizde “dağa çıkmak” tabiri pek de olumlu anlamda kullanılmıyor. Bir türlü bitirilemeyen terör problemi ile özdeş görülüyor “dağa çıkmak” tümcesi.

Çocukken biz de dağlara çıkardık. Bulduğum her fırsatta hala dağlara çıkmayı, yeryüzünün direkleri ile hemhal olmayı seviyorum. Biz dağlara elimizde silahla değil, gönüller dolusu sevgiyle, dilimizde memleket türküleriyle, ruhumuzu dinlendirmek, ağaçların nefesinde soluklanmak, kuş cıvıltılarına eşlik etmek gayesiyle çıkıyorduk-çıkıyoruz elbette. Hem, ağaçların hamisi, hayvanların barınağı dağlarda oksijen depolamak, Zülfü Livaneli’nin deyimiyle, seher yeliyle birlikte güneş toplamak, saç tellerinin arasında yağmurlar biriktirmek, serin ilkbahar rüzgarlarını devşirmek kime iyi gelmez ki? Dağlarda çocuk olmak, yeniden çocuklaşmak, kimlere iyi gelmez ki?

Bilenler bilir. Aydın Dağları’nın arka yamacında yer alır Beydağ. Her sabah gözümü açtığımda, odamızın penceresinden gülümseyen dağ manzarası karşılardı bizi. İlkbaharda yemyeşil, yaz boyunca masmavi, sonbaharda sarı-turuncu, kış aylarında kar beyazı Beydağları. Perdeleri aralayınca annem, günün ilk misafiri olurdu güneş. Tüm misafirperverliğimizi gösterirdik başını Beydağlarının ardından evimizin içine kadar uzatan güneşe. Nereye isterse oraya kurulur, ne vakit isterse o vakit giderdi. Hiç ilişmez, rahatını bozmaz, bir dağ köyüne gönderilen doktor gibi ağırlardık onu. Yaz günlerinde biraz uzun kalırdı. Fakat kış günlerini düşünerek ses etmezdik bu uzun süren misafirliklerine. Darılıp da bulutların ardına günler boyunca saklansın istemezdik.

Dedim ya dağlarda gezinmeyi çok severdim diye. Hafta sonları ve diğer tatil günlerinde, özellikle de yaz aylarında kimse engel olamazdı arkadaşlarımla beraber dağlara çıkmamıza. Zaten evimizin hemen yüz metre ilerisinde başlıyordu Beydağlarının ilk tepelikleri. İlkbahar günlerinde doyumsuz bir lezzettir dağlarda çocuk olmak. Çiçeklerin, sincapların, kuşların neşesine ortak olmak ayrı bir güzelliktir. Mahalle maçlarını yaptığımız sahamız Yeşillik’in üstündeki tepelerde eğleşirdik mahallenin çocuklarıyla. Ağaçlara evler kurar, çalı çırpıyla derme çatma kulübeler yapardık dağ eteklerinde kendimize.

Bir keresinde birkaç gün uğraşmış, yaklaşık bir metre derinliğinde, beş-altı metre kare genişliğinde kazdığımız çukurun üstüne kurmuştuk kulübemizi. Etrafını çalılarla, üstünü tahtalarla kapatmıştık. Arkadaşlarımla buluşma mekanımız olmuştu bir yaz boyunca bu sığınak. En haşin sonbahar rüzgarlarına, en hırçın yağmurlara bile dayanmıştı da, huysuz bir ihtiyarın estirdiği fırtınaya dayanamamıştı zavallı.
Pek çok şair şiirlerinde dağları, hayat, umut, özgürlük, özlem, engel, yalnızlık gibi ifadelerle imgeleştirirken, içlerinden bir tanesi dağlara olan tutkusuyla öne çıkar. Büyük halk ozanı Karacaoğlan. Karacaoğlan, dağlar için genellikle pir, yüce ve ulu ifadelerini kullanır şiirlerinde. Dağlar, yeryüzünün bilgeleri ve ulularıdır ona göre.

“Karac’Oğlan der de: Bitirdim çağı,
O yüce Binboğa, Bolkar’ın dengi
Soğanlı yücesi koca Beydağı
Erciyas ulumuz, pirin var dağlar”


Bu dörtlüğünde de görüldüğü gibi, Soğanlı ve Binboğa Dağlarını yüce, Erciyes Dağı’nı, dağların piri ve ulusu olarak tanımlamaktadır. Sürekli karıştırıldığı için ifade etmek isterim ki, Karacaoğlan’ın bu şiirinde bahsettiği Beydağı, Malatya’da yer alan Beydağı’dır. İzmir’in en küçük ilçesi olan benim memleketim ise Beydağ’dır. Beydağ’ın sırtını dayadığı dağlara da Beydağları denir.

Ege ve Akdeniz Bölgesi’nde yer alan pek çok dağa, Yunanca’da yüksek dağ anlamına gelen “Olimpos” adı verilmiştir geçmişte. Antalya’daki Tahtalı Dağı hala Olimpos adıyla anılmaktadır. Antik Yunan inanışına göre Tanrılar Teselya’daki Olimpos Dağı’nda oturmaktadırlar. Farklı inanışlara göre de dağlar ulu ve yücedir. Bunun en belirgin örneği de, işte bu eski Yunan inanışlarıdır. İyisi mi ben alanım dışındaki tarih ve coğrafya konularında ukalalığa kaçmadan, eski Yunan Tanrıları Zeus, Afrodit, Artemis, Atena, Poseydon ve diğerlerini de Olimpos Dağı’nda bırakarak, çocukluğumda üzerinde tepindiğim kendi dağlarıma geri döneyim yeniden.

Zeytin zamanında, Alakeçili Köyü’ndeki dağların yamacında bulunan zeytinliğimizde geçerdi günlerimiz. Bazen ailece, bazen de sülalece dalardık zeytin ağaçlarının arasına. Babam ve eniştemler zeytinleri silkeler, annem, ben, kardeşlerim, kuzenlerim ve teyzelerim toplardık dökülen zeytinleri. Yamacın tepesindeki tek gözlü eski taş evin içinde anneannem yemek hazırlardı öğle için. İstemeye istemeye giderdik kardeşlerimle zeytinliğe. İşten kaytarmak için, bahaneler arardık. Fakat gönülsüz de gitsek, anneannemin hazırladığı bu dağ eteği sofralarında yediğim tarhana çorbalarının, patates ve biber kızartmalarının tadıyla, başka bir sofrada tanışamadım henüz. Öyle yorulurdu ki herkes, öyle tükenirdi ki enerjimiz, o günlerde 8-10 yaşlarında olan erkek kardeşim bile bir somun ekmeği yemeden kalkmazdı sofradan.

Hem otlanmaları, hem de hava almaları için ineklerimizi ve buzağılarımızı da getirirdi annemle babam zeytin dağına kimi zaman. Az ilerideki dereye götürürdük onları susadıklarında. Bir gün yine annemle birlikte sulamaya gitmiştik dereye kara kızımızı. Annem, derenin üst tarafındaki çalılıkların arkasındaki temiz su kaynağından güğümlere su doldurmaya geçmiş, kara kızın ipini de bana vermişti. Çocuk aklıyla kaçmasın diye kara kızın ipini elime dolamıştım. Suyunu içtikten sonra kafasını kaldırmış, annemi göremeyince patika yoldan zeytinliğe doğru deli gibi koşmaya başlamıştı. Elime doladığım ipten kurtulana kadar, 20-25 metre sürüklemişti beni ayaklarının altında. Eğer ezmiş olsaydı, kesin kırılırdı bi yerlerim. Çok şükür ki ezmeden önce annem yetişmişti de, ufak tefek sıyrıklarla kurtulmuştum.

Annem çok üzülmüş, “Böyle yapmazdı bu hayvan. Acaba onu ürküten bir şeyler mi oldu?” diye dertlenmişti. Sonra yine sevmiş, yine okşamıştım onu. O da bana, sanıyorum özür babında sütünden ikram etmişti de tatlıya bağlamıştık aramızdaki bu gerginliği.

Bugün memleketime gittiğim zamanlarda, Beydağlarına çıkar, oralarda bıraktığım çocukluk şarkılarımı duyarım. İnce ince esen rüzgarın yerinden oynattığı bu şarkılar, eski günlere olan özlemimi depreştirir durur. Sızım sızım sızlatır yüreğimi. Çocuk yanım sancır. Gözyaşlarını içine akıtır çocuk yanım. Gururum elvermez gözyaşlarımı, rüzgara göstermeye. Çoook gerilere, o günlere dönemeyeceğimi bilmenin acziyeti içinde kıvranır dururum. Beydağlarının güney yamacında, çiçeklerle koyun koyuna uyumak, bir nebze olsun ferahlayıp, o günleri yad etmek için fırsat kollar, bulduğum her fırsatta, bugünümden düne doğru kaçmaya çabalarım. Çünkü dağlarda çocuk olmak duygusunu yaşayan her çocuk, yeryüzünün kadim topraklarına ayak basmaya doyamaz.

Ve yol yorgunu hayallerimle geri dönerken şehrin karmaşasına, dağlardan ruhumun derinliklerine çektiğim esintiler yarenlik eder çocuk yanıma yol boyunca. Bugün de evimizin bir penceresi dağa bakıyor. Nif Dağı’nın gölgesinde uyanıyoruz her sabah. Eskimeyen dostum güneş, her sabah yine misafir oluyor evimize. Güzelliği, sımsıcak dokunuşu, sevecenliği hala aynı onun. Ama ben o eski ben değilim artık. Elimde tuttuğum yorgun hayallerim, körün değneği gibi yol göstermeye devam etmeye çalışsa da, çocuk yanım kıpraşıp dursa da bir kenarda, yepyeni şarkılar savuramıyorum gökyüzüne. Islık çalamıyorum eskisi gibi. Her geçen gün, biraz daha yükleniyor hayat omuzlarıma. Kopartmasam da takvimlerden yaprakları, yaşım biraz daha büyüyor. Yaşım büyürken, orası burası sökülmüş, simleri dökülmüş, yıpranmış hayallerim yavaş yavaş küçülüyor ellerimde…