Çocuk Eğitiminde Dede ve Nine Faktörü
30 Temmuz 2022Çocuk eğitiminde dede ve ninenin yeri ve önemi nedir? Çocuklar dede ve nineleriyle nasıl bir iletişim içinde olmalı?
Dedeniz ve ninenizle geçirdiğiniz zamanları hatırlar mısınız? Anneannemin biz torunlarına anlattığı masalları, kıssaları hatırlıyorum da, ne kadar da güzeldi. Onun anlattığı, içinde devlerin, hayvanların, dağların, bayırların olduğu o eski masallarda yaşamak istemişimdir hep. Bir dev masalının başrol oyuncusu olmak ne kadar da heyecan vericiydi. Kendimizi o masallardaki karakterlerin yerine koymaya bayılırdık.
Bayram günlerinde uzaktaki amcalarım, teyzem ve yeni nesil tabir ile kuzenlerim gelirdi. Biz onlara, amcaoğlu-kızı, teyze oğlu-kızı derdik. Dayım ve halam yoktu. Dört amca, üç teyze ve bolca kuzen. İple çekerdik bayram günlerini akrabalarımızla görüşebileceğimiz için. Bazen babaannemde, bazen de anneannemde kurulan, o güzelim lezzetlerle bezenen kalabalık bayram sofralarında yenen yemeklerin tadı apayrıydı benim için. Şimdilerde büyüdük ve birbirimizi pek de arayıp sormaz olduk.
Dedelerimin ve anneannemim vefatından sonra hepten tükendi o bayramlarda bütün akrabaların buluşma fasılları. İki amcamı yan yana gördüğümde kendimi mesut sayıyorum artık. Hayatta olan babaannem o günlerin en güzel şahidi benim için. Memlekete her gittiğimde ilk uğradım yer onun evi oluyor. Anneannemle aynı avluda yaşıyorduk. Babaannemin evi de hemen bitişiğimizdeydi. Halen de öyle. Pek anlatmaktan hoşlanmasa da, muhtemelen babam, komşusunun kızını (annemi) camdan cama tavlamıştı.
Annemin babası olan dedem, ben henüz 7 yaşındayken vefat ettiği için onunla ilgili çok fazla hatıra canlanmıyor zihnimde. Okula başladığımda bir an önce kırmızı kurdele takmam için can attığını ise bugünmüş gibi hatırlıyorum.
Kırmızı Kurdele
İlkokula başladığım gün babam beni, elimden tutup okula götürmüş ve sahipsiz bir kedi yavrusu gibi, ilk öğretmenimin yanında, okul bahçesinde öylece bırakıp gitmişti. Hatırlayabildiğim kadarıyla, pek çok çocuk gibi benim de okuldaki ilk günüm, mahzun, boynu bükük, gözü yaşlı geçmişti. Bugün hala saygıyla ve özlemle yad ettiğim ilk öğretmenimin adı Hülya’ydı. Hülya Coşkuner. Sadece öğretmenimi değil, o günleri de büyük bir özlemle anıyor ve hatırlıyorum bugün.
Küçük bir Anadolu kasabasında, herkesin birbirini çok iyi bildiği ve tanıdığı bizimkisi gibi küçük beldelerde, anne-babaların, okulun ilk gününde bile güven içinde çocuklarını okula bırakıp gitmesi gayet doğaldı o yıllarda. Kara önlüklerimizin, rengarenk hayaller kurmamıza, sarı sıcak düşlerde yaşamamıza engel olamadığı o yıllarda, kasaba halkının öğretmenlere olan büyük saygısı, öğretmenlerin böylesi kasabalarda çalışma aşkını ve şevkini arttırıyor olmalıydı. Keşfedilecek cevherlerin ve elinden tutulup yetiştirilecek büyük adamların sayısı hiç de az değildi Anadolu’nun ücra kasabalarında.
“Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine kıymet biçilemez” der felsefenin babası Socrates. Öğretmenlerin, birbirinden güzel eserler ortaya koyabilmeleri adına Anadolu toprakları ne kadar da verimlidir değil mi? Bunun bilincinde olan fedakar ve idealist öğretmenler, böylesi kasabalarda büyük bir aşkla görev yapıyorlardı. Konuyu bugüne, bugünün öğretmenlerine ve velilerine, hele hele eğitim sistemine getirip tadımızı kaçırmadan burada kesiyorum. Farkındaysanız öğrenciler demedim, çünkü bugünkü şartlarda en az suçun onlarda olduğunu düşünüyorum. Neyse sustum.
İlk hafta boyunca okula, babam getirip götürmüştü beni. Okula çok çabuk alışmıştım ve okul hayatını sevmiştim. Zaten pek çoğunu mahalleden tanıdığım arkadaşlarımla birlikte aynı sınıfta okuyor olmak rahatlatmıştı beni. Öğretmenimin sıcacık ve anaç tavrı, okula hızlıca uyum sağlamamda etkili olmuştu elbette.
İlk haftadan sonra, mahalleden arkadaşlarımla ve yine mahalleden büyük abilerimle birlikte, her mevsim ayrı bir güzelliğe bürünen rengarenk patika yoldan gelip gittim 8 yıl boyunca ilk okuluma. Evimizle okul arası yaklaşık 10 dakika sürüyordu ve biz öğle yemeği arası ile birlikte günde iki sefer gelip geçiyorduk bugün hala özlemle ve tatlı bir gülümseme ile hatırladığım bu patika yoldan. Özellikle ilkbahar aylarında, okulumuzun hemen yanından geçen derede oynarken çok defa geç kalmıştık okula.
Derenin üstündeki taş köprünün üstünden dereye attığımız taşlardan yeni bir köprü daha yapılırdı belki de. Yolumuzun da içinden geçtiği okulumuzun karşısındaki tarla, papatya denizine dönüşürdü nisanda. Bitiş zilinin çalmasını dört gözle beklerdik tarlaya dalmak, derede çerçöp yarıştırmak ve yeşilin her tonunu birbirimizin gözlerinde izlediğimiz bu patika yoldan şarkılar söyleyerek yürümek için ilkbaharda. Bazen kendi kendime, keşke mahsur kalsaydım o yaşlarda, o yıllarda ve o patika yolda diyorum. Ne gelir elden ki insan doğduğu gibi kalmıyor, büyüyor ve her geçen yıl daha çok özlüyor o saf, o masum günlerini.
Eylül-Ekim aylarında, yol üstündeki çıtlık ağacına (bir çitlembik ağacı türü) tırmanıp siyah meyvelerini toplayıp yerdik. Ağustos ayında henüz olgunlaşmamış olan yeşil çıtlık meyvelerini, yine başka bir ağaçtan yaptığımız ve adına patlangaç dediğimiz oyuncağın mermisi olarak kullanırdık. Oyuncaklarımızı kendimiz yapar, kıymetini de bilirdik. Yol kenarındaki bahçelerde otlayan inek ve koyunlara isimler takardık.
Yine yolumuzun üstündeki terkedilmiş ahşap evde bazen, güneşin mesai bitimine kadar oynadığımız olurdu. Sonbahar aylarında, bu ahşap evin önündeki büyük kavak ağacının gıcırtısında dinlenir, son demini yaşayan turuncu yapraklarının söylediği şarkılara, rüzgarla birlikte biz de eşlik ederdik. Bugün 9 yaşındaki oğlumun “Sonbaharın hışırtısı” adını verdiği dökülmüş yaprakların arasında, ayaklarımızı sürüye sürüye yürürdük.
O kara önlüklü yıllarda, okumaya geçen öğrencilere öğretmenleri tarafından kırmızı kurdele takılırdı. Kara önlüğün üstünde, bir generalin onurla taşıdığı rütbesi gibi taşırdı okumaya geçen öğrenciler kırmızı kurdeleyi. Rahmetli dedem, annemden ve babamdan daha çok isterdi bir an önce kırmızı kurdeleyi takmamı ve neredeyse her gün sorardı.
Aynı avlunun içinde, bizim evimizin hemen karşısında oturan dedemi mutlu etmeyi, o kırmızı kurdeleyi ona göstermeyi ne kadar da çok arzuluyordum. Sınıfın orta halli öğrencilerinden biriydim ve sınıfımızda kurdeleyi takan ilk 15-20 öğrenciden biriydim sanıyorum.
Öğretmenimin bana kurdeleyi taktığı günü ise hiç unutmuyorum. Nasıl sevinmiş, nasıl mutlu olmuş ve dedeme göstermek için nasıl da heyecanlanmış ve sabırsızlanmıştım. O gün okulun bitiş zili çalmak bilmedi bi türlü. Zil çaldıktan sonra da, o eğleşe eğleşe gittiğim patika yoldan uçar adımlarla gittim eve adeta.
Fakat o gün evimizin avlusuna geldiğimde bir tuhaflık olduğunu hemen fark etmiştim. Avlu kalabalıktı ve bir sürü kadın toplanmış ağlaşıyorlardı. En büyük amcamın benden 7 yaş büyük olan kızı Hicran Ablam, benim geldiğimi görür görmez kaçırırcasına beni kendi evlerine götürdü. Benden küçük olan iki kardeşim de oradaydı. Neler olduğunu anlamam uzun sürmedi. Uzun süredir hasta olan ve ilaç tedavisi gören dedem o gün vefat etmişti. Hicran ablama, dedeme kurdelemi göstermek istiyorum diye yalvarmış, ağlamıştım ama o bir türlü bana dedemin vefat ettiğini anlatamamış, daha sonra gösterirsin diye oyalamaya çalışmıştı. Hicran ablam beni ve kardeşlerimi akşam yemeğinden sonra evimize getirdi. Eve getirene kadar da, dedemin vefat ettiğini söylemedi ama ben zaten o minik kalbimle anlamıştım dedemin dünya denilen bu misafirhaneden göçüp gittiğini.
Eve geldiğimde annem evde yoktu. Annesinin evinde, son nefesini birkaç saat önce vermiş olan babasının başındaydı. Bizim evin karşısındaki anneannemin evinden gelen ağlaşma seslerini ve babamın okuduğu Kur’an-ı duyabiliyordum. Hicran ablam bizim başımızda bekliyordu. Sanıyorum bir şeyler almak için biraz sonra eve gelen annem, beni görünce daha çok ağlamaya başladı. Onun daha çok ağlamasına neden olan şeyin, kara önlüğümün üzerindeki kırmızı kurdele olduğunu, dedemin defnedilmesinden sonraki gün beni okula gönderirken, “Deden nasıl da istiyordu seni kırmızı kurdeleyle görmeyi” dediğinde anladım.
Yılbaşlarında ve bayramlarda, uzaktaki akrabalarımıza tebrik kartları gönderdiğimiz, mektuplarla haberleştiğimiz, tek ayaküstünde cezaya kaldığımız, kirlenen masa örtülerini yıkamak için sırayla evimize getirdiğimiz o kara önlüklü ilkokul günlerim aklıma her geldiğinde, dedeme gösteremediğim kırmızı kurdeleyi hatırlarım ve içimi bir hüzün kaplar. Bugüne kadar içimde dert olarak taşıdığım o kırmızı kurdeleyi, rahmetli dedemin mezarına önümüzdeki bayramda götürürüm belki de. Eminim dedem görecektir, siyah gömleğimin sol göğsüne takacağım kırmızı kurdeleyi. Kim bilir belki dedemin yanı başında uzanan anneannem de görür ve dedemle el ele gülümserler yüzüme…
Babamın babası olan dedem vefat ettiğinde 26 yaşındaydım. Rahmetli dedem o kadar çalışkandı ki, bir dakika boş durmayı sevmezdi. Onunla tarlada çalışmak, birlikte incir, üzüm ve zeytin toplamak, toprağı bellemek çok tatlı gelirdi bana.
Ahh Dedem!
Dostlarla muhabbetteyken çaldı telefonum. Baktım annemdi arayan. Bölmemek için sohbeti açmadım telefonu. Biraz sonra ararım diye geçirdim içimden. Sonra tekrar aradı ilk arayışının peşi sıra. İşte o an endişeye kapıldım. Eğer açmazsam telefonumu bilirdi müsait olmadığımı ve tekrar aramaz, benim aramamı beklerdi. Ama bu defa, belki de ilk defa art arda çalınca telefonum anladım önemliydi söyleyecekleri. Sessizce ayrıldım odadan, kalabalığın içinden sıyrılarak sakin bir köşeye çekildim. Telefonu soğuk bir ürperti ile endişe içinde açtım.
“Oğlum…”dedi annem;
“Deden çok iyi değil, belki de bir daha görüşmek nasip olmaz dünya gözüyle. Müsaitsen hele bi geliver de gör dedeni.”
Bu bir veda davetiydi, vedaya davetiyeydi.
Donuk bir ses tonuyla “Babam !!!” dedim.
“Oğlum baban dedenin başucunda Kur’an okuyor. Müsaitsen bi geliver.” dedi ve tekrarladı davetini.
Çok severdi babam dedemi. Kim sevmezdi ki babasını? Elbet sevilirdi babalar ve benim de ilk babam geldi aklıma bu haberi aldığımda.
Ahh dedem, canım dedem; Sen devrilmez bir çınardın benim çocukluk hayallerimde. Sen onurlu bir duruştun hayatın karşısında. Sen mücadele adamı, sen sabır ve metanet sembolüydün hatıralarımda.
Çok sakin bir adamdı. Kendi halinde yaşar kimseye ilişmezdi. Fakir sayılırdı fakat hayatla didişmezdi. Fakir dediğime bakmayın siz. Pek çoğumuzun zenginlik saydığı değersiz şeylerin fakiriydi sadece. Ruhu, gönlü, duyguları çok zengindi.
Hep bir hüzün vardı bakışlarında. Belki de hayatının baharında yitip giden, ahirete beşerce erken sayılacak bir yaşta göç eden oğlunun acısı saplanıp kalmıştı derinlerine. Bundandı belki de hayata hüzünle bakışı, belki de bu sebeptendi gözlerindeki bakışın iç yakışı.
Demir ustasıydı. Çok çalışkan bir adamdı, hiç durmaz, tatil nedir bilmezdi. Hızlı hızlı yürürdü. Yaşı yetmişe dayandığı günlerde bile yetişemezdim dedeme de yine de kendimi gençten sayar, genç sanırdım. Asıl gençliğin onun hayata bakışında, hayatı okuyuşunda olduğunu o gidince anladım.
Onu çalışırken görmeliydi. Her işini büyük bir ciddiyetle yapardı. Yoğurduğu, eğirdiği, büktüğü demir değil de ömürdü sanki. Sanki nefsiydi erittiği demir ocağında.
Tarlada çalışırken de aynı ciddiyet ve ustalığı görürdüm dedemde. Şapkasının altına yerleştirdiği mendili ıslatan her bir ter damlası, helalinden kazanmanın ömre düşen cemresiydi sanki.
Ömrünün elli yılını demircilik yaparak geçirmişti. Güçlüydü bilekleri. Onun için namustu alnından akan teri. Haram nedir bilmezdi. Kıt kanaat geçinirdi ama dünyaya meyletmezdi. Tahta divanlarda geçirmişti ömrünü. Vefat ettiğinde her zaman önünde oturduğu, dağ manzaralı pencerenin dibindeki divanda okuyordu babam Kur’an-ı Kerim’i o asil adamın ruhuna.
Necip Fazıl’ın;
Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?
diye anlattığı, belki de son yolculuğuna çıkacağı tahta kundağa hazırlıyordu kendini tahta divanlarda bir ömür geçirerek.
Dindar da bir adamdı dedem. Çocuklarının isimleri, Mahmut, Samet, Ahmet, İdris ve İlyas’tı. Camide durduğu yer her zaman birinci saftı. Ezandan önce gider, besmeleyle sokulurdu camiye. Allah’ın evine sessizce süzülür, camiye girmeyen gençlereyse üzülürdü.
Hatıralarıma her biri birbirinden güzel kareler serpiştirerek serin bir sonbahar sabahında göçüp gitti dedem dünya dedikleri bu handan. Hafsalımda biriktirdiğim anıların en özlenilesi olanlarını ömrüme ekip gitti.
Söylemeden geçmeyeyim. Dedemin, Muhammed’di adı. O adına yaraşır bir ömür yaşadı…
Çocuk Eğitiminde Dede ve Ninenin Yeri ve Önemi
Eminim pek çoğumuzun, dedeleri ve nineleri aklına geldiğinde, güzel ve tatlı hatıralar üşüşüyordur hafızasına. Yüzünüze tatlı bir gülümseme yerleşiyordur.
Peki! Şimdi bizim çocuklarımız ne kadar zaman geçiriyorlar dedeleri ve büyükanneleriyle?
Büyükanne ve dedelerin, torunları üzerinde eğitim baskısı kurmaması, onlara gösterdikleri candan sevgi ve onlarla gurur duymaları, çocukların dede-ninelerinin yanında mutlu, özgür ve rahat olmalarını sağlar. Anne ve babalarının çocukluklarını anlatmaları, ailenin geçmişi ile ilgili bilgiler aktarmaları, çocukların bir zamanlar anne-babalarının da çocuk olduğunu, geniş bir aileye sahip olduklarını anlamalarına yardımcı olurlar.
Torunlarını ara sıra gören dede ve büyükanneler, onları mutlu etmek için büyük bir çaba gösterirler. Çocuklar da bu nedenlerden dolayı onlarla keyifli ve eğlenceli zamanlar paylaşırlar. Mesela oğlum, benim babamla futbol oynamaya bayılıyor. Eşimin babası, tamir-tadilat işleri ile uğraşmayı, evde kendince bir şeyleri elden geçirmeyi çok sever. Oğlum onlara gittiğimizde, “Dede yapılacak iş yok mu? Sen usta ol ben de senin çırağın olayım, sana yardım edeyim” diyerek dedesiyle uzun uzun zaman geçirmeye bayılıyor. Anneannesinden hikayeler dinlemek, onunla sohbet etmek, memlekete gittiğimizde babaannesiyle avluda iş yapmak, onunla hayvanlara bakmak oğlumuza büyük bir keyif veriyor.
Bunlar çok güzel ve keyifli şeyler. Fakat büyükanne ve dedelerin çocuğun eğitimini üstlenmesi veya müdahale emesi, anne-babanın otoritesini sarsmaması gerekiyor. Büyükanne ve dedelere, çocuğun alışkanlıklarını, delinmemesi gereken kuralları, dikkat edilmesi gereken noktaları detaylarıyla birlikte açıklamak doğru olacaktır. Bunu yaparken onları kırmamaya, küstürmemeye dikkat etmek gerekir. Açıklamamızı yaptıktan sonra onların torunlarıyla doyunca vakit geçirmeleri, tecrübelerini onlara aktarmaları çocuklarımızın gelişimi açısından artı olacaktır.
Ebeveynlik ile ilgili diğer birçok konuyu sitemizden okuyabilirsiniz.