Yaz Akşamlarında Çocuk Olmak

Yaz Akşamlarında Çocuk Olmak

7 Eylül 2022 0 Yazar: Pedagog Ercüment Eşsiz

Ah o çocukluğumun yaz akşamları. Sokaklarda yorulmak nedir bilmeden, doyasıya oyunlar oynadığımız çocukluk akşamları. Bütün günü sokakta geçirirdik de yine de doymazdık sokaklara. Sabah erkenden camiye giderdik Kur’an öğrenmeye yaz aylarında. Sonra da bütün günü avluda ve sokaklarda geçirirdik. Akşam ezanı ile eve gelir, yemeğimizi yer yemez yine sokakta bulurduk kendimizi. Evimizin verandasında yediğimiz akşam yemeğinden sonra, çoğu zaman ellerimizi yıkamak için eve bile çıkmazdık kardeşlerimle. Avludaki çeşmede alelacele yıkadıktan sonra, yeniden sokaklara koşardık.
Akşam ezanıyla birlikte geçici bir süreliğine boşalırdı sokaklar. Daha eve girmeden, avludaki çeşmeden ellerimizi, ayaklarımızı yıkamamız gerektiğini hatırlatırdı her akşam annem üşenmeden. Kir pas içinde kalırdık akşama kadar sokaklarda. Öğle yemeği arası bile vermezdik bazen oyuna. Ekmek üstüne ev yapımı salça yeterdi çocuklara. Öyle çikolata filan aramaz, jelibon nedir bilmezdik. Akşama kadar ne yorulduğumuzu, ne de acıktığımızı anlardık. Akşam yemeğinde sofraya oturunca anlardık ne kadar çok acıktığımızı. Babam “Yavaş yiyin evladım yemeğinizi. Sokak kaçmıyor ya” dedikçe daha da hızlanır, sokakta yeni kurulacak oyunlara geç kalmaktan korkardık.

Kimi zaman yakan top, kimi zaman istop ama en çok da saklambaç oynardık. Karanlıktan korkardım ben. Hep ayın gölgesine saklanırdım bu sebepten. Ebe tarafından en önce bulunanlardan biri olurdum ay ışığı yüzünden. Bazen gülümseyerek, bazen kaş göz işareti yaparak, ebeye yerimi gösterirdi ay. Hemencecik sobelenirdim. Bazı arkadaşlarım o kadar korkusuzdu ki, dağ yamacında kurulu olan mahallemize çok yakın olan mezarlığa giderdi saklanmaya. Bazen ebe pes ederdi de onlar yine de çıkıp gelmezdi saklandıkları yerden. Erkek kardeşim de o çılgınlardan biriydi. Mezarlığın yakınından geçerken ıslık çalan benim gibi biri için, fazlasıyla çılgıncaydı mezarlığa saklanmak. Onlarsa oyunu bile unutur, mezarlıkta sohbete dalarmış. Birbirlerine cinli-büyülü hikayeler anlatır, en çok kim korkacak diye yarışırlarmış.

Sokak sadece çocuklar tarafından işgal edilmezdi elbette. Bütün mahalleli sıcak evlerden, serin sokaklara atardı kendini. Bir ikindi vaktinden sonra, bir de akşam saatlerinde dolardı sokaklar. Kadınlara, bir oturak, bir parça çul, çay, çayın yanında bisküvi, bolca muhabbet ve dedikodu yeterdi içlerini serinletmeleri için. Kocasının, çocuklarının, kaynanasının derdiyle dolan kadınlar, birbirlerine taşardı. İhtiyar amcalar ve orta yaşlı erkekler akşam ajansı bittikten sonra, maç varsa maç, yoksa Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği dinlerlerdi radyoda. Neşet Ertaş, Özay Gönlüm, Zeki Müren, Ali Rıza Binboğa, Barış Manço, Bediha Akartürk, Müzeyyen Senar, Edip Akbayram, Tolga Çandar ve diğerlerinin sesleri yankılanırdı sokaklarda. Yeni nesil gençler daha çok pop şarkılarını dinlerdi o yıllarda. Ben ise daha çok, Fikret Kızılok, Haluk Levent, Doğan Canku, Erkin Koray, Cem Karaca ve Barış Manço dinlemeyi severdim. Hep bu güzel adamlardır üniversite yıllarında gitara başlamaya sebebim.

Güneşin mesaisinin bitmesiyle birlikte, yeniden canlanır, cıvıl cıvıl olurdu tüm sokaklar. Kızlar ip atlar, mendil kapardı. Saklambaç oyununu ise kız-erkek karışık oynardık genellikle. Sinek ilacı sıkan arabanın peşinden koşmak en büyük eğlencelerimizdendi yaz akşamlarında. Oyuna da, sokağa da doyardık aslında ama doyduğumuzu anlayamazdık.

Yine böyle bir yaz akşamıydı. Liseyi yeni bitirmiş, üniversiteyi kazanmıştım. Tatilin tadını çıkarıyor, gece geç saatlere kadar arkadaşlarımla uzun uzun sohbetler ediyorduk. Bazen köy yollarında yürüyerek, bazen de bir sokak lambasının dibine toplaşarak dalıyorduk sohbete. O akşam herkes dağılmış, mahalleden akranım Taner’le ben kalmıştım bizim sokağın köşesindeki sokak lambasının dibinde. Neden bilmiyorum ama “Tifi” derdik biz ona. O koyu Fenerbahçeli idi, bense Galatasaray. O Fener’i şampiyon yapıyordu, ben de Cim Bom’u.

Saat 02.00’yi geçmişti. Bir müddet sonra bizim altına oturduğumuz sokak lambasının tam karşısındaki tahta direğin tepesine bir baykuş kondu. Baykuşlardan hiç haz etmeyen Taner, topladığı taşlarla başladı baykuşu taşlamaya. Ben yapma yazıktır hayvana dedikçe o devam etti taş atmaya. Belki 15 dakika taşladı hayvanı ama bir türlü isabet ettiremedi. En son ikimize birden bir intihar dalışı gerçekleştiren baykuştan yere yatarak zor bela kurtulduk. Belli ki hayvan çok sinirlenmişti. Sonra gitti tekrar direğin tepesine kondu. Bu defa ben de kızmıştım ve Taner’le birlikte başlamıştım hayvancağızı taşlamaya.

Tahta direğin arkasında Mustan Ayşa’sı dedikleri ihtiyar kadının bahçesi vardı. Evi de bahçenin sonundaydı. Mustan Ayşa’sı çok sinirli bir kadındı ve bütün çocuklar ondan çok korkardı. Annem ve teyzemler yaramazlık yaptığımızda bizi, “Seni Mustan Ayşa’sına veririm bak” diye korkuturlardı. Çocukken çok korktuğum şişman, kara çarşaflı, kırmızı yanaklı, sinirli kadının aslında çok da korkulacak biri olmadığını liseye geldiğimde anlamıştım. Bir gün annem onun evine bırakmam için bir şeyler göndermişti benimle. Altı dam, üstü ev olan iki katlı ve tahta merdivenle çıkılan bu eve giderken çocukluk korkum da benimle gelmişti. Yaşlı kadının evine, “Ayşe Ana” diye bağırarak, çekinerek çıkmıştım. Artık çok ihtiyarlamıştı. “Ercüment sen misin oğlum? Gel oğlum gel şöyle şuraya bırakıver. Sağol yavrum.” demişti. Sonra da cebinden çıkarttığı cevizden ikram etmişti. Hiç de korkulacak biri değildi ama çocukken onun dış görüntüsü bizi çok korkuturdu. Eee tabi bir de bağırarak konuşması da cabasıydı ondan korkmamız için. Ona neden “Mustan Ayşa” dediklerini büyüdükçe anladım. Küçük oğlunun adıydı Mustan. Çok çılgın ve deli dolu biriydi. Ama o kadar temiz kalpliydi ki, bütün çocuklar severdi onu. Bir bakmışsınız yarış bisikletiyle, bir de bakmışsınız ki yarış motosikletiyle çıkıp gelmiş mahalleye. Bu günlerde 50’li yaşları aşmış olan Mustan Ağabeyimizin hala yamaç paraşütü yaptığını da söylemeden geçmeyeyim.

İşte tam da o Mustan Ayşa’sının bahçesine düşüyordu attığımız taşlar. 15 dakika kadar da Taner’le ikimiz taşlamıştık baykuşu ama bir türlü vuramamıştık. Tam o esnada erkek kardeşim çıktı geldi yanımıza. Uykudan uyanmış, uyanınca da uyku tutmamış, evde beni göremeyip sokakta olduğumu anlayınca da yanımıza gelmişti. Bizi görünce, “Napıyorsunuz siz?” dedi. “Şu baykuş bize saldırdı. Onu vurmaya çalışıyoruz.” dedik.
“Vuramadınız mı?” dedi ve eline aldığı ilk taşla baykuşu indirdi aşağıya. Baykuş pat diye direğin dibine düştü. Sonra kardeşim, “Hadi ben gidiyorum. Uyumaya çalışacağım. Sen de gel yat artık abi. Sabah annemle bahçeye sebzeleri sulamaya gidecez unutma.” dedi ve gitti. Taner’le biz birbirimize bakakaldık. Kardeşim gerçekten çok iyi nişancıydı ama bu kadarı da fazlaydı. Bari biraz uğraşsaydı, bizim gibi birkaç atış yapsaydı. Adam uykulu gözlerle gelip, ilk atışta indirip gitmişti bizim yarım saattir vurmaya çalıştığımız baykuşu.

Masal tadında geçirdiğim çocukluk günlerim de, bunun gibi birbirinden farklı, birbirinden tatlı anılarımı biriktirdiğim yaz akşamları da çok gerilerde kaldı. Kardeşlerimle ve mahalleden arkadaşlarımla bölüştüğüm büyülü yaz akşamlarında çocuk olmak bambaşkaydı.

Pedagog Ercüment Eşsiz