
Siyah Önlük, Kırmızı Kurdele
21 Ağustos 2022İlkokula başladığım gün babam elimden tutup okula götürmüş ve sahipsiz bir kedi yavrusu gibi, ilk öğretmenimin yanında, okul bahçesinde öylece bırakıp gitmişti beni. Hatırlayabildiğim kadarıyla, pek çok çocuk gibi benim de okuldaki ilk günüm mahzun, boynu bükük, gözü yaşlı geçmişti. Bugün hala saygıyla ve özlemle yâd ettiğim o öğretmenimin adı Hülya’ydı. Hülya Coşkuner. Sadece öğretmenimi değil, o günleri de büyük bir özlemle anıyor ve hatırlıyorum bugün.
Küçük bir Anadolu kasabasında, bizimkisi gibi herkesin birbirini çok iyi bildiği ve tanıdığı küçük beldelerde, anne-babaların, okulun ilk gününde bile güven içinde çocuklarını okula bırakıp gitmesi gayet doğaldı o yıllarda. Kara önlüklerimizin rengârenk hayaller kurmamıza, sarı sıcak düşlerde yaşamamıza mani olamadığı o yıllarda, kasaba halkının öğretmenlere olan büyük saygısı, öğretmenlerin böylesi kasabalarda çalışma aşkını ve şevkini arttırıyor olmalıydı. Keşfedilecek cevherlerin ve elinden tutulup yetiştirilecek büyük adamların sayısı hiç de az değildi Anadolu’nun ücra kasabalarında.
“Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine kıymet biçilemez” der felsefenin babası Socrates. Öğretmenlerin, birbirinden güzel eserler ortaya koyabilmeleri adına, Anadolu toprakları ne kadar da verimlidir öyle değil mi? Bunun bilincinde olan fedakâr ve idealist öğretmenler, böylesi kasabalarda büyük bir aşkla görev yaparlardı. Hala böylesine aşkla işini yapan idealist öğretmenler elbette var ve ben onlara haksızlık etmek istemem. Fakat yetişen yeni nesli gördükçe üzülüyor, gelecek adına endişe duyuyorum. Konuyu bugüne, bugünün öğretmenlerine ve velilerine, hele hele eğitim sisteminin içler acısı haline getirip tadımızı kaçırmadan burada kesiyorum. Farkındaysanız öğrenciler demedim, çünkü bugünkü şartlarda en az suçun onlarda olduğunu düşünüyorum. Neyse sustum. Ben iyisi mi yeniden ilkokuluma geri döneyim.
İlk hafta boyunca okula babam getirip götürmüştü beni. Çok çabuk alışmıştım ve okul hayatını sevmiştim. Zaten pek çoğunu mahalleden tanıdığım arkadaşlarımla birlikte aynı sınıfta okuyor olmak rahatlatmıştı beni. Öğretmenimin sıcak ve anaç tavrı, okula hızlı bir şekilde uyum sağlamamda etkili olmuştu elbette.
İlk haftadan sonra mahalleden arkadaşlarımla ve yine mahalleden büyük abilerimle birlikte, her mevsim ayrı bir güzelliğe bürünen rengârenk patika yoldan gelip gittim 8 yıl boyunca okuluma. Evimizle okul arası yaklaşık on dakika sürüyordu ve biz öğle yemeği arası ile birlikte günde iki sefer gelip geçiyorduk, bugün hala özlemle ve tatlı bir tebessümle hatırladığım bu patika yoldan. Özellikle ilkbahar aylarında, okulumuzun hemen yanından geçen derede oynarken, çok defa geç kalmıştık okula. Derenin üstündeki taş köprüden, suya attığımız taşlardan yeni bir köprü daha yapılırdı belki de. Yürüdüğümüz yolun ortasından geçtiği okulumuzun karşısındaki tarla, papatya denizine dönüşürdü nisanda. Bitiş zilinin çalmasını dört gözle beklerdik tarlaya dalmak, derede çerçöp yarıştırmak ve yeşilin her tonunu, birbirimizin gözlerinde izlediğimiz bu patika yoldan şarkılar söyleyerek yürümek için ilkbahar aylarında. Bazen kendi kendime, keşke mahsur kalsaydım o yaşlarda, o yıllarda ve o patika yolda, diyorum. Ne gelir elden ki, insan doğduğu gibi kalmıyor, büyüyor ve her geçen yıl daha çok özlüyor o saf, o masum günlerini.
MonAmi marka yağlı pastel boya, nova marka kuru pastel boya, pelikan marka sulu boya, Faber Castell marka kuru boya ve kalemler, arı maya desenli silgiler, elbette olmazsa olmaz sayı çubukları ve fasulyelerle başlayan öğrencilik yıllarım, Rotring marka kalemlerle devam edecekti liseye başladıktan sonra. Annem ve babam, liseye başlayana kadar defter ve kitaplarımı kaplamaya devam edeceklerdi okulların açıldığı ilk haftalarda. Kardeşlerimle birlikte, bir ucundan tutarak yardım edecektik biz de onlara bu gergin ve zorlu görevlerinde.
Okula gitmeyi sevsem de, dönüşü daha çok severdim ben. Daha özgür ve geniş zamanlarda haylazlık yapmaya bayılırdım çünkü. Eylül-ekim aylarında, yol üstündeki sıralı çıtlık ağaçlarına (bir çitlembik ağacı türü) tırmanıp, siyah meyvelerini toplayıp yerdik. Ağustos ayında henüz olgunlaşmamış olan yeşil çıtlık meyvelerini, yine başka bir ağaçtan yaptığımız ve adına patlangaç dediğimiz oyuncağın mermisi olarak kullanırdık. El emeğiyle kendimizin ürettiği oyuncaklardan biriydi patlangaç. Yol kenarındaki bahçelerde otlayan inek ve koyunlara isimler takardık.
Yine yolumuzun üstündeki terkedilmiş ahşap evde, bazen güneşin mesai bitimine kadar oynadığımız olurdu. Sonbahar aylarında, bu ahşap evin önündeki büyük kavak ağacının gıcırtısında dinlenir, son demini yaşayan turuncu yapraklarının söylediği şarkılara, rüzgârla birlikte biz de eşlik ederdik. On yaşındaki oğlumun “sonbaharın hışırtısı” adını verdiği dökülmüş yaprakların arasında, o zamanlar ayaklarımızı sürüye sürüye yürürdük.
Defterlerimizin kenarlarını renkli ve desenli baskılarla süslediğimiz, kara önlüklü beyaz yakalıklı o yıllarda, okumaya geçen öğrencilere öğretmenleri tarafından kırmızı kurdele takılırdı. Kara önlüğün göğsünde, bir generalin onurla taşıdığı rütbesi gibi taşırdı okumaya geçen öğrenciler kırmızı kurdeleyi. Rahmetli dedem, annem ve babamdan daha çok isterdi bir an önce kırmızı kurdeleyi takmamı ve neredeyse her gün sorardı. Aynı avlunun içinde, bizim evimizin hemen karşısında oturan Süleyman dedemi mutlu etmeyi, o kırmızı kurdeleyi ona göstermeyi ne kadar da çok arzuluyordum. Sınıfın orta halli öğrencilerinden biriydim ve sınıfımızda kurdeleyi takan ilk 15-20 öğrenciden biriydim sanıyorum.

Öğretmenimin bana kurdeleyi taktığı günü ise hiç unutmuyorum. Nasıl sevinmiş, nasıl mutlu olmuş; dedeme göstermek için nasıl da heyecanlanmış ve sabırsızlanmıştım. O gün okulun bitiş zili çalmak bilmedi bir türlü. Zil çaldıktan sonra da, o eğleşe eğleşe gittiğim patika yoldan, adeta uçar adımlarla gitmiştim eve.
Fakat o gün evimizin avlusuna geldiğimde bir tuhaflık olduğunu hemen fark etmiştim. Avlu kalabalıktı ve bir sürü kadın toplanmış ağlaşıyordu. En büyük amcamın benden 6-7 yaş büyük olan kızı Hicran Ablam, geldiğimi görür görmez kaçırırcasına kendi evlerine götürdü beni. Benden küçük olan iki kardeşim de oradaydı. Neler olduğunu anlamam uzun sürmedi. Uzun süredir hasta olan ve tedavi gören dedem, o gün vefat etmişti. Hicran ablama, dedeme kurdelemi göstermek istiyorum diye yalvarmış, ağlamıştım ama o bir türlü bana dedemin vefat ettiğini anlatamamış, daha sonra gösterirsin diye oyalamaya çalışmıştı. Hicran ablam beni ve kardeşlerimi akşam yemeğinden sonra evimize getirdi. Eve getirene kadar da, dedemin vefat ettiğini söylemedi; ama ben zaten o minik kalbimle anlamıştım dedemin dünya denilen bu misafirhaneden göçüp gittiğini.
Eve geldiğimde annem evde yoktu. Annesinin evinde, son nefesini birkaç saat önce vermiş olan babasının başındaydı. Aynı avludaki anneannemin evinden gelen ağlaşma seslerini ve babamın okuduğu Kur’an ayetlerini duyabiliyordum. Hicran ablam bizim başımızda bekliyordu. Sanıyorum bir şeyler almak için biraz sonra eve gelen annem, beni görünce daha çok ağlamaya başladı. Onun daha çok ağlamasına neden olan şeyin, kara önlüğümün üzerindeki kırmızı kurdele olduğunu, dedemin defnedilmesinden sonraki gün beni okula gönderirken, “Deden nasıl da istiyordu seni kırmızı kurdeleyle görmeyi…” dediğinde anladım.
Mektuplarla haberleştiğimiz, pul koleksiyonları yaptığımız, tek ayaküstünde cezaya kaldığımız, kirlenen masa örtülerini yıkamak için sırayla evlerimize getirdiğimiz, o kara önlüklü ilkokul günlerim aklıma her geldiğinde, dedeme gösteremediğim kırmızı kurdeleyi hatırlarım ve içimi bir hüzün kaplar. Bugüne kadar içimde dert olarak taşıdığım o kırmızı kurdeleyi, rahmetli dedemin mezarına önümüzdeki bayramda götürürüm belki de. Eminim dedem görecektir; siyah gömleğimin sol göğsüne takacağım kırmızı kurdeleyi. Kim bilir belki dedemin yanı başında uzanan anneannem de görür ve dedemle el ele gülümserler tembel torunlarına.
İlkokulu küçük bir kasabada okudum ben de ve anlattıklarınız o kadar benziyor ki benim çocukluğumla bir an “Ben yazmış olabilir miyim?” dedim.😃 Siyah önlük giymiş olanlara sevgiler…